Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Emekli Tuğgeneral Dr. Naim BABÜROĞLU

Otoriter yönetimler ve ülkeler-1

1970 ile 2010 yılları arasında dünya üzerinde demokrasi ile yönetilen ülke sayısı 45’ten 151’e çıktı. Ortadoğu hariç, Çin’den Afrika’ya, Avrupa’dan Güney Amerika’ya, diktatörlüklerin ve krallıkların yerini demokratik yönetimler aldı. Ancak 21’inci yüzyılın ilk 10 yılında, demokrasiye geçen ülkelerin beşte biri, ya otoriter rejime döndü ya da demokratik kurumları erozyona uğradı. Çünkü demokrasi, sadece seçimlerde çoğunluğun iktidarı belirlemesinden ibaret değildir. Demokrasi, hukuk ve çeşitli mekanizmalarla iktidarın uygulamalarını düzenleyen ve denetim altında tutan bir kurumlar silsilesidir.

Zengin enerji kaynaklarına sahip olmalarına rağmen, demokrasi ve gelişme yolunda bir türlü mesafe alamayan ülkelere en iyi örnek Ortadoğu’dur. Ortadoğu ülkeleri, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sömürge anlayışına devam etmiş, otoriter siyasi rejimlerle yönetildiklerinden demokratik yönetimi ve ekonomik başarıyı sağlayabilecek kurumlar oluşturamamıştır. Oysa yüzyıllarca İslam dünyası uygarlık ve başarının öncüsüydü. Yedinci yüzyılda İslam orduları Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Avrupa’yı fethettiler. Sekizinci yüzyılda İspanya, Portekiz’i ve Fransa’yı; dokuzuncu yüzyılda Sicilya’yı ve İtalya’yı ele geçirdiler. Osmanlı İmparatorluğu, 1453’te İstanbul’u fethetti. Balkan yarımadasını ele geçirip, iki kez Viyana’ya kadar uzandı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce, dokuzuncu ve 12’nci yüzyıllar arasında İslam Dünyası Bizans’ın ilerisindeydi. Farabi, Al Khwarizmi, Al-Razi, Al Rawandi, İbn-Sina, İbn-Rüşd gibi filozoflar ve bilim insanları, bilim ve sanatta insanlık tarihindeki en büyük başarılara imza attı. İslam dünyası, bu dönemde altın çağını yaşadı.

Osmanlı İmparatorluğu 600 yıl boyunca İslam coğrafyasında yaşamış olan İbn-Sina ve İbn-Rüşd düzeyinde tek bir filozof ve bilim insanı çıkaramadı. Haremlerle, saray oyunlarıyla, iktidar mücadelesiyle uğraşırken uygarlığa gözünü kapadı; 600 yıl boyunca bilime ve felsefeye geçit vermedi. Avrupalılar, 15-16’ncı yüzyılda Rönesans’ın yarattığı yeniden doğuş sayesinde bilim, sanat ve teknolojide İslam dünyasını geride bırakan büyük gelişmeler sağladı. Müslümanlar ise, uzun süre bu gelişmelerin farkına varamadı. 18’inci yüzyıla kadar, yalnızca Frengi hastalığı ile ilgili bir kitap Avrupa dillerinden Ortadoğu dillerine çevrildi. 1699’da, Karlofça Anlaşmasıyla Osmanlı Devleti büyük toprak kaybına uğradı. Karlofça, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, yenilmiş bir Osmanlı’nın zafer kazanmış Hıristiyanlarla yaptığı ilk anlaşma olması nedeniyle önem taşır.

Avrupalılar, doğuda konsolosluk ve elçilikler açarken, Ortadoğu ve İslam Dünyası bu yolu izlemedi, sadece özel durumlarda kısa süreli görevliler kullandı. Kâfir icatlarını öğrenmenin veya kâfir öğretmenlerden ders almanın dinen caiz olup olmadığı tartışıldı. 1450’lerde icat edilen Matbaa, 300 yıl sonra Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlandı. 1729’da kurulan matbaa çoğu tarih, coğrafya ve yabancı dil alanında 17 kitap bastı ve 1742’de kapatıldı. 1784’de padişah fermanıyla yeniden açıldı ve ancak 1796 yılından sonra Türkçe ve Arapça baskı yapabilen matbaalar kurulabildi. 1900’lerde bile Sultan II. Abdülhamit, devletin başında kaldığı sürece (1876-1909) elektriği ve otomobili günah diye memlekete sokmadı. İç düşmanları birbirleriyle gizlice konuşup ona kumpas kurarlar diye telefona da izin vermedi.

20’nci yüzyıl boyunca, tüm İslam ülkelerinde bir şeylerin kötü ve yanlış gittiği açık şekilde ortaya çıktı. Hıristiyan dünyasıyla karşılaştırıldığında, İslam dünyası yoksul ve bilgisiz kaldı. 20’nci yüzyılın özellikle ikinci yarısında, İslam ülkeleri için çöküş daha da hızlandı. Başkalarını suçlamak kolay olduğundan, 13’üncü yüzyıldaki Moğol işgallerinin İslam uygarlığının yıkılmasının suçlusu olduğu söylendi. Gerçekte, İslam’da büyük kültürel başarılar, Moğol işgalinden önce değil, sonra yaşanmıştır. Daha çok rağbet gören bir diğer suçlu ise Batı emperyalizmiydi. Fakat İngiliz-Fransız hâkimiyeti ve Amerika etkisi, içten zayıflamış olan Ortadoğu devletleri için bir sonuçtu. Yanlış giden her şey için Musevileri suçlayan antisemitizm de mantıklı değildi.
Beş Müslüman devlet, yarım milyon Musevi’nin 1948’de Filistin’de bir devlet kurmasını önleyememiş;1967, 1973 Arap-İsrail Savaşlarında, İsrail’den daha güçlü olmalarına rağmen Arap Ülkeleri varlık gösterememişlerdi.

Bir diğer mazeret te suçu İslam’a yüklemekti. Eğer İslam; özgürlüğe, bilime, ekonomik kalkınmaya engelse, geçmişte bu üç alanda nasıl öncü olmuştu? “İslam Müslümanlara ne yaptı” değil, “Müslümanlar İslam’a ne yaptı?” sorusunun daha anlamlı olduğu görüşü ağır bastı. Yaygın ve kabul gören bir görüşe göre, Batı ülkelerinin gelişmesinin temel nedeni, kilise ve devletin ayrılması; toplumun laik yasalarla yönetilmesidir.

Bir sonraki yazımızda, konuyu incelemeyi sürdüreceğiz.

Kaynakça: Francis Fukuyama, Siyasi Düzenin Kökenleri, 2011; D. Acemoğlu, J. A. Robinson, Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri, 2013; Bernard Lewis, What Went Wrong? (Yanlış Giden Ne Oldu?), 2002; Özcan Kadıoğlu, Dünya.com, 20 Nisan 2016.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER